KÜLTÜR & SANAT Haber Girişi : 19 Ocak 2011 16:13

YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ…

YAŞAMAK BİR AĞAÇ GİBİ…
Günlerden Salı işçi filmleri atölyesi gördüğümüz kendi yüzümüzdür şiarıyla yeni bir belgeseli izlemek ve tartışmak için bir aradaydı.
Nusaybinim.com Kültür & Sanat Servisi
Günlerden Salı işçi filmleri atölyesi ‘gördüğümüz kendi yüzümüzdür’ şiarıyla yeni bir belgeseli izlemek ve tartışmak için bir aradaydı. Belgeselde 1923 ten başlanarak o zamanki Kürt isyanları ile sendikacılığın engellenmesi 1977 1 Mayısında emek hareketini sindiremeyen anlayışın yaşattığı katliam ardından 12 EYLÜL 80 darbesinin izleri ve en son 2009 ‘da 22 KESK üyesinin yargılanması ve aynı dönemde LİMTER İŞ sendikasına bağlı işçilerin işten çıkarılma süreci anlatılıyordu. Film Türkiye hükümetini hak savunucularıyla gerçek bir diyalog kurmaya ve geçmişte yapılan ihlallere karşı yargısal tacizini durdurmaya ve geçmişte yapılan ihlallere karşı doğru adaletli telafiler oluşturmaya teşvik etmektedir.

Evet, tam da gördüğümüz kendi yüzümüzdü ve konuşulacak çok şey vardı.

 

Bir arkadaşımız, ‘Türkiye sağlıklı bir doğumla doğmamıştır. Elit tabakanın mirasıyla bu ülke kurulmuştur. Eğer bu ülke adalet üzerine kurulmuş olsaydı bunların hiçbirini yaşayamazdık’ dedi. Peki, bu ülkede onurluca bir yaşam isteyen Kürtler olmasaydı, inancını özgürce yaşamak isteyen Aleviler olmasaydı, güvenceli yaşam ve emeğinin karşılığını isteyen işçi ve emekçiler olmasaydı adalet olur muydu?

Siyaset meydanı iktidara karşı direnenlerin ölüm meydanlarıdır. Bu yargı da iktidara karşı direnenlerin yargısıdır. Dünyanın hiçbir yerinde demokrasi talebine karşı devlet bu kadar organizeli çalışmaz. Devletlerin kendini, geçmişini sorgulaması; o ülkeleri küçültmez aksine daha da yüceltir. O halde devlet yetkilileri neden insan haklarını dağıtmada bu kadar cimri davranıyor sorusunun cevabını bulmak zorundayız.

 

Bugün toplumsal muhalefetin hemen hemen her kesimine, terörist ve yasadışı örgütlerle bağlantılıdır diyerek bu kesimleri damgalayan mevcut iktidar çeşitli cezalar uygulayarak veya tutuklama furyasıyla siyasetçileri, insan hakları savunucularını, öğrencileri, emekçileri, çocukları cezaevlerine koyarken bir yandan da tetikçileri bırakarak tam bir adaletsizliğe tekrar imza atmıştır.

Sorun şu ki: kutsal devlete, iktidara, çoğunluğa, statükoya TERÖR icat etmek zor değil. Medya ile toplumsal hassasiyetlerle, milli duygularla bu farklı sesler her zaman MARJİNAL KILINACAKTIR. KUYRUĞUMUZA BASILDIĞINDA SES ÇIKARIYRUZ AMA ÇOK GEÇ OLUYOR!!!! Bunu BAZI KESİMLER ÇOK İYİ BİLİYOR. YA DİĞER MUHALİF KESİMLER? Tüm sorunların çözümü eşgüdüm halinde tepki vermekten geçiyor. Bir an önce yönetenlerin bize yutturduğu, toplumsal, tarihsel, dinsel, bölgesel, etnik hassasiyetler HAPLARINDAN kurtulup evrensel parametrelerle hareket etmekten geçiyor.

Belgeselde bir diğer konu tersanelerdeki işçilerin sorunları;

Tersanelerde hala tersane patronlarının iki dudağı arasından çıkan sözler kanun olmaya devam ediyor. Hemen hemen bütün tersanelerde hakkını arayan, itiraz eden tehdit ediliyor ya da işten atılıyor. Zaten tersanelerde kuralsızlık daha işe giriş yapılırken başlıyor. Neredeyse tüm taşeronlar işe giriş yapan işçilere önceden “bütün haklarımı aldım” yazılı kâğıtları imzalatıyorlar. İmzalanmadığı koşullarda ise iş başı yapmaları mümkün olmuyor.

Dünyanın hiçbir demokratik ülkesinde çalışanların, işçinin, kadınların, çocukların, halkların, azınlıkların kısaca insanların doğal hakları BAŞKA İNSANLARIN vicdanlarına bırakılamaz. Oysa sistem,çalışanları şirketlerin ve yöneticilerinin vicdanlarına(???) bırakmıştır.Bu haklar anayasal ve yasal güvence altına alınmadığı sürece HAK olma özelliği kazanamaz. Devlet ve devlet yetkilileri bunu göremiyor mu? Elbette görülüyor, ancak ÇARK ONLARIN ARZU ettiği gibi işliyor. Bu yüzden değişim, yasal güvenceler gündeme alınmıyor. Zaten devlet dev bir şirket gibi algılanmakta, yasalar bu şirketi koruma amaçlı bir perspektifle ele alınmaktadır.

Yine belgeselde anlatılanlara göre Türkiye’de sendikalaşma oranı %30’lardan %4’lere gerilemiştir. Ancak örgütlü bir toplum, ülkeyi kalkındırabilir. Fakat örgütlülüğe müdahale edile edile örgütlülüğü bitirme noktasına getiren sistem bununla da yetinmemiştir. Minimize ettiği örgütlülüğü de parçalara ayırarak tam anlamıyla işlevsizleştirmiştir.

Sendika temsilcileri, sendikacılar çeşitli cezalara çarptırılarak bedel ödemeye zorlanılmaktayız. Aslında sistemin dayattıkları göz önüne alınırsa sendikacıların doğru işler yaptıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak başarı elde etmenin aşamalı bir seyir izlediği, çalışmaların yıllara yayılması sonucunda netice alınabileceği gerçeğini unuttuğumuz için bizler de çoğu zaman umutsuzluğa kapılıyoruz.

Umut mücadeleyi besleyen temel unsurdur. Onu asla kaybetmemeliyiz. Sistemi kalbinizin ve beyninizin dışında tutabilmek bile BÜYÜK BİR BAŞARIDIR. ASLINDA BUNA BİREYSEL ÖRGÜTLÜLÜK DE DENİLEBİLİR.

Tüm bireylerin zihinlerini, yüreklerini özgürleştirdiği, toplumsal örgütlülük zincirinin bir halkası olmayı başardığı günlerin geleceğine olan inancımızla beyinlerimizi ve kalplerimizi arı sularla temizleyebilmeye doğru yürüyoruz.

BELKİ KOŞMUYORUZ AMA YÜRÜYORUZ. HİÇBİR YÜRÜYÜŞ SAĞLIĞA ZARARLI DEĞİLDİR. DİKENLİ YOLLARDAKİ YÜRÜYÜŞLER BİLE…