VEFAT Haber Girişi : 27 Temmuz 2011 09:46

Ramazan-ı Şerife dairdir

Ramazan-ı Şerife dairdir
Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.

Ramazan-ı Şerife dairdir

Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.

 
 O Ramazan ayı ki,

İnsanlara doğru yolu gösteren,  Apaçık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir. (Bakara Sûresi, 2:185)

Birinci Nükte:

Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyyenin a’zamlarındandır.

İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyetine, hem insanın hayat-ı içtimâîyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhîyye’nin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenâb-ı Hakk’ın Rubûbiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Cenâb-ı Hak zemin yüzünü bir sofra-i ni’met sûretinde halkettiği ve bütün enva’-ı ni’meti o sofrada “Umulmadık yerlerden.” Talâk Sûresi, 65:3) bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemâl-i Rubûbiyetini ve Rahmaniyet ve Rahîmiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbâb dâiresinde o vaziyetin ifade ettiği hakîkatı tam göremiyor, ba’zan unutuyor.

Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i îman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî’nin ziyafetine da’vet edilmiş bir sûrette akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar.

Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i kerâmete iştirak etmeyen insanlar insan ismine lâyık mıdırlar?

İkinci Nükte:

Ramazan-ı Mübâreğin savmı, Cenâb-ı Hakk’ın ni’metlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Birinci Söz’de denildiği gibi, bir pâdişâhın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiat ister. Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymetdar olan o ni’metleri kıymetsiz zannedip onu in’am edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi, Cenâb-ı Hak hadsiz enva’-ı ni’metini nev’-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona mukâbil, o ni’metlerin fiatı olarak, şükür istiyor. O ni’metlerin zâhirî esbâbı ve ashâbı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiat veriyoruz, onlara minnetdar oluyoruz; hatta müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve teşekkürü ediyoruz.

 Halbuki Mün’im-i Hakîki, o esbâbdan hadsiz derecede o ni’met vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte O’na teşekkür etmek; o ni’metleri doğrudan doğruya O’ndan bilmek, o ni’metlerin kıymetini takdir etmek ve o ni’metlere kendi ihtiyacını hissetmekle olur.

İşte Ramazan-ı Şerif’teki oruç, hakîki ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünkü sâir vakitlerde mecbûriyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakîki açlık hissetmedikleri zaman, çok ni’metlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça ekmek, tok olan adamlara, husûsan zengin olsa, ondaki derece-i ni’met anlaşılmıyor.

Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü’minin nazarında çok kıymetdar bir ni’met-i İlâhîyye olduğuna kuvve-i zâikası şehâdet eder. Pâdişâhtan tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerîfte o ni’metlerin kıymetlerini anlamakla bir şükrü ma’nevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnuiyeti cihetiyle; “O ni’metler benim mülküm değil. Ben bunların tenâvülünde hür değilim; demek başkasının malıdır ve in’amıdır. Onun emrini bekliyorum.” diye ni’meti ni’met bilir; bir şükrü ma’nevî eder.

İşte bu sûretle oruç, çok cihetlerle hakîki vazife-i insaniyye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer. 

Üçüncü Nükte:

Oruç, hayatı içtimâîye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsanlar, maîşet cihetinde muhtelif bir sûrette halkedilmişler. Cenâbı Hak o ihtilafa binâen, zenginleri fukaraların muâvenetine da’vet ediyor.

Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrâk edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise, şükrü hakîkinin bir esasıdır.

Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecbûriyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muâvenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz; yapsa da tam olamaz. Çünkü: Hakîki o hâleti kendi nefsinde hissetmiyor... 

Dördüncü Nükte:

Ramazan-ı Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder. Hatta mevhum bir rubûbiyet ve keyfemâyeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder. Hadsiz ni’metlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Husûsan dünyada servet ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbâne, hırsızcasına ni’met-i İlâhîyyeyi hayvan gibi yutar.

İşte Ramazan-ı Şerifte en zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlarki: Kendisi mâlik değil, memlûktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rubûbiyeti kırılır, ubûdiyeti takınır, hakîki vazifesi olan şükre girer

Beşinci Nükte:

Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muâmelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Nefsi insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf ve zevâle ma’rûz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve kemikten ibâret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücûdu var gibi, lâyemûtâne kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve tama’ ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayatı uhreviyesini düşünmez; ahlâkı seyyie içinde yuvarlanır.

İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç; en gafillere ve mütemerridlere, za’fını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaîf vücûdu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derkeder. Nefsin fir’avnluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhîyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir şükrü ma’nevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise...

Altıncı Nükte:

Ramazan-ı Şerifin sıyamı, Kur’ân-ı Hakîm’in nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif, Kur’ân-ı Hakîm’in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Kur’ân-ı Hakîm, mâdem Şehr-i Ramazan’da nüzul etmiş; o Kur’ânın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semâvî hitabı hüsnü istikbâl etmek için Ramazan-ı Şerifte nefsin hâcât-ı süfliyesinden ve mâlâyâniyat hâlattan tecerrüd ve ekl ve şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir sûrette o Kur’ânı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitâbât-ı İlâhîyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resûl-i Ekrem (A.S.M.) dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrâil’den, belki Mütekellim-i Ezelî’den dinliyor gibi bir kudsî hâlete mazhar olur. Ve kendisi tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur’ânın hikmet-i nüzulünü bir derece göstermektir.

Evet Ramazan-ı Şerifte güya âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçi yor; öyle bir mescid ki, milyonlarla hâfızlar, o mescid-i ekberin kûşelerinde o Kur’ânı, o hitab-ı semâvîyi Arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan      âyetini, nurânî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan, Kur’ân ayı olduğunu isbat ediyor. O cemâat-ı uzmanın sâir efradları, ba’zıları huşu’ ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar.

Şöyle bir vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesâtına tâbi olup, yemek içmek ile o vaziyet-i nurânîden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o mesciddeki cemaatın ma’nevî nefretine ne kadar hedef ise; öyle de Ramazan-ı Şerifte ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i İslâmın ma’nevî nefretine ve tahkirine hedeftir. 

Yedinci Nükte:

Ramazanın sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeğe gelen nev’-i insanın kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Ramazan-ı Şerifte sevâb-ı a’mal, bire bindir. Kur’ân-ı Hakîm’in nass-ı hadîs ile herbir harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı Şerifte herbir harfin, on değil bin ve Âyetü’l-Kürsî gibi âyetlerin her bir harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum’alarında daha ziyâdedir. Ve Leyle-i Kadir’de otuz bin hasene sayılır.

Evet herbir harfi otuz bin bâki meyveler veren Kur’ân-ı Hakîm, öyle bir nurânî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif’te mü’minlere kazandırır. İşte gel, bu kudsî, ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!

İşte Ramazan-ı Şerif âdeta bir âhiret ticareti için gâyet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hâsılat için, gâyet münbit bir zemîndir. Ve neşvünemâ-i a’mal için, bahardaki mâh-i Nisandır. Saltanât-ı Rubûbiyet-i İlâhîyeye karşı ubûdiyet-i beşeriyenin resm-i geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan, yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvâni hâcâtına ve mâlâyâni ve hevaperestâne müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hâcâtını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezâhür etmiş bir ruh vaziyetine girerek; savmı ile, Samediyyete bir nevi âyinedarlık etmektir.

Evet Ramazan-ı Şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.

Evet birtek Ramazan, seksen sene bir ömür semerâtını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur’ân ile bin aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır.

Evet nasılki bir pâdişâh, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayûn nâmiyle veyahut başka bir şa’şaâlı cilve-i saltanatına mazhar ba’zı günleri bayram yapar. Raiyyetini, o günde umûmî kanunlar dâiresinde değil; belki husûsi ihsanatına ve perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya lâyık ve sâdık milletini, has teveccühüne mazhar eder.

Öyle de: Ezel ve Ebed Sultanı olan on sekiz bin âlemin Pâdişâh-ı Zülcelal’i; o on sekiz bin âleme bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur’ân-ı Hakîm’i Ramazan-ı Şerifte inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlâhî ve bir meşher-i Rabbânî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, muktezayı hikmettir. Mâdem Ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvâni meşâgilden insanları çekmek için oruca emredilecek.

Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihâzât-ı insaniyeye dahi bir nevi oruç tutturmaktır. Yani: Muharremattan, mâlâyâniyattan çekmek ve her birisine mahsus ubûdiyete sevketmektir.

Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz ta’birlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lîsanı, tilâvet-i Kur’ân ve zikir ve tesbih ve salâvat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek...

Meselâ: Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fenâ şeyleri işitmekten men’edip, gözünü ibrete ve kulağını hak söz ve Kur’ân dinlemeğe sarfetmek gibi sâir cihâzâta da bir nevi oruç tutturmaktır. Zâten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç ile ona ta’til-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba ettirilebilir. 

Sekizinci Nükte:

Ramazan-ı Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: İnsana en mühim bir ilâç nev’inden maddî ve ma’nevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfemâyeşa hareket ettikçe, hem şahsın maddî hayatına tıbben zarar verdiği gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye saldırmak, âdeta ma’nevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. Serkeşâne dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o insana biner. Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır; riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zaîf mideye de, hazımdan evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir vasıtasıyla helâli terkettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan gelen emri dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı ma’nevîyeyi bozmamağa çalışır.

Hem insanın ekseriyet-i mutlakası açlığa çok def’a mübtelâ olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç on beş saat, sahursuz ise yirmi dört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musîbetini ikileştiren sabırsızlığın ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.

Hem o mide fabrikasının çok hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihâzât-ı insaniye var. Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanın da ta’til-i eşgal etmezse; o fabrikanın hademelerinin ve o cihâzâtın husûsi ibâdetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bı rakır. O sâir cihâzât-ı insaniyeyi de, o ma’nevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlariyle müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini dâima kendine celbeder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki; eskiden beri çok ehl-i velâyet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeğe kendilerini alıştırmışlar. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o fabrikanın hademeleri anlarlar ki; sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sâir cihâzât, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler.

Onun içindir ki; Ramazan-ı Şerifte mü’minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere, ma’nevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letâifin o mübârek ayda oruç vasıtasiyle çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen, onlar ma’sûmane gülüyorlar. 

Dokuzuncu Nükte:

Ramazan-ı Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rubûbiyetini kırmak ve aczini göstermekle ubûdiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:  

Nefis Rabbisini tanımak istemiyor; firavunâne kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azaplar çektirilse, o damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır.

 İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini, zaafını, fakrını gösterir, abd olduğunu bildirir.

 Hadîsin rivayetlerinde vardır ki:

 Cenâb-ı Hak nefse demiş ki: “Ben neyim, sen nesin?”

 Nefis demiş: “Ben benim, sen sensin!”

 Azab vermiş, Cehennem’e atmış, yine sormuş. Yine demiş: “ENE ENE, ENTE ENTE.”

 Hangi nevi azâbı vermiş, enâniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azâb vermiş, yâni aç bırakmış. Yine sormuş: “MEN ENE VEMA ENTE?”

 Nefis demiş: “Sen benim Rabb-i Rahîmimsin, ben senin âciz bir abdinim.”
 
 
 
                                                    Bediüzzaman Said NURSİ
                                                        (Mektubat, 29.Mektub)

Lügatçe

âhir : son
âzam : en büyük
beyan etmek : açıklamak, izah etmek
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cihet : taraf, yön
envâ-ı nimet : nimet çeşitleri
erkân-ı hamse : beş esas, şart
halk etme : yaratma
hayat-ı içtimaiye : toplum hayatı
hayat-ı şahsiye : kişisel hayat
hikmet : gaye, fayda
kemâl-i rububiyet : Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği
nebze : az miktar
niam-ı İlâhiye : Allah’ın verdiği nimetler
nükte : ince ve anlamlı söz
Rahîmiyet : Allah’ın herbir varlıkta tecelli eden merhamet ediciliği
Rahmâniyet : Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliği
rububiyet : Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
savm : oruç
sofra-i nimet : nimet sofrası
şeâir-i İslâmiye/şeâir : işaretler İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler
zemin : yer, dünya

ashab : sahipler
azamet : büyüklük, yücelik
belâhet : aptallık, ahmaklık
derece-i nimet : nimet derecesi
derk etmek : anlamak
ehl-i iman : Allah’a ve Allah’tan gelen herşeye inanan kimseler, mü’minler
esbab : sebepler
gaflet : duyarsızlık, umursamazlık
hadsiz : sınırsız, sonsuz
hakikat : doğru gerçek
hakikî : asıl, gerçek
hâlis : temiz, katıksız
haşmetli : büyük, görkemli
hikmet : gaye, fayda
in’am etmek : nimet vermek
intizam : düzen, tertip
iştirak etmek : katılmak
kıymettar : kıymetli
külliyetli : kapsamlı
matbah : mutfak
mukabele etmek : karşılık vermek
mukàbil : karşılık
muntazam : düzenli, intizamlı
Mün’im-i Hakikî : gerçek nimet verici olan Allah
müstehak olmak : lâyık olmak, hak etmek
neşretmek : yaymak
nev-i beşer : insanlar, insanlık türü
nükte : ince ve anlamlı söz
Rahmâniyet : Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliği
Sultan-ı Ezelî : hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Sultan, Allah
şeref-i keramet : şerefli vazife, görev
tahtında : altında
tavr-ı ubûdiyetkârâne : kulluğa yakışır tavır, hareket
ulvî : yüce, büyük
vüs’at : genişlik
zahirî : açık, görünürde

binaen : dayanarak
elîm : acı ve sıkıntı veren
fıtrî : doğal, yaratılıştan gelen
fukara : fakirler, yoksullar
hadsiz : sınırsız
hâlet : durum, hâl
halk etme : yaratma
hayat-ı içtimaiye-i insaniye : insanlığın toplumsal hayatı
hikmet : fayda
idrak : anlayış, kavrayış
ihsan : bağış, ikram, lütuf
ihtilâf : anlaşmazlık, uyuşmazlık
iktidar : güç, kuvvet, idare gücü
in’am : nimetlendirmeler
keyfemâyeşâ : kendi keyfince, keyfi nasıl isterse, başıboş
kıymettar : kıymetli
kuvve-i zâika : tad alma duyusu
maişet : geçim, yaşayış
mazhar : erişme, nail olma
memnûiyet : yasaklanmış olmak, men edilmek
mevhum : gerçekte olmadığı halde var sayılan
muavenet : yardım
muhtelif : çeşitli
mükellef : yükümlü
nefisperest : nefsin arzu ve isteklerine çok düşkün olan
nimet-i İlâhiye : Allah’ın nimeti
nükte : ince ve anlamlı söz
şefkat : acıma, merhamet
şehadet : şahidlik, tanıklık
şükr-ü hakîki : gerçek şükür
şükr-ü mânevî : mânevî şükür
telâkki : anlama, kabul etme
tenâvül : yemek veya içmek
terbiye : belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma
vazife-i insaniye : insanlık görevi

abd : kul
acz : acizlik, güçsüzlük
âdi : normal, sıradan
ahlâk-ı seyyie : kötü ahlâk
alâka : bağlantı, ilgi
dergâh-ı İlâhiye : Allah’ın yüce katı
derk etmek : anlamak
ebedî : sonu olmayan, sonsuz
fakr : fakirlik, muhtaçlık
firavunluk : kendini ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme
gafil : duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan
gaflet : dalgınlık, dikkatsizlik
gasıbâne : hakkı olmadığı şeyi alarak, gasbederek
Hâlık : yaratıcı, herşeyi yaratan Allah
hayat-ı uhreviye : ahiret hayatı
hırs : aşırı istek, şiddetli arzu
hikmet : fayda, gaye
ihsas : hissettirme
ilticâ : sığınma
kemâl-i acz : tam anlamıyla âcizlik
kemâl-i şefkat : tam ve mükemmel şefkat
lâyemûtâne : ölmeyecekmişçesine, ölümsüz olarak
mahiyet : asıl nitelik, özellik
mâlik : sahip
maruz : tesir altında kalan
memlûk : kul, köle
mevhum : gerçekte olmadığı halde var sayılan
muamele : davranış, iş
musibet : belâ, büyük sıkıntı
mütemerrid : inatçı, dik kafalı
netice-i hayat : hayatın neticesi, gayesi
polat : çelik
serkeşâne : baş kaldırır bir şekilde
şedit : şiddetli
şefkat : acıma, merhamet
şükr-ü mânevî : mânevî şükür
tahayyül : hayal etme
tamah : hırs ve açgözlülük
tehzib-i ahlâk : ahlâkı güzelleştirme, kötü huyları giderme
terbiye : belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma
ubûdiyet : Allah’a kulluk, ibadet
vücûd : varlık, beden
zaaf : zayıflık, kuvvetsizlik
zevâl : geçicilik, yokluk

âlem-i İslâm : İslâm âlemi
ân-ı nüzul : inme (gönderilme) ânı
arzlılar : dünyalılar
cemaat-i uzmâ : büyük cemaat
efrad : fertler, bireyler
ehl-i siyam : oruç tutanlar
ekl : yeme
hâcât-ı süfliye : aşağılık ve bayağı ihtiyaçlar
hâfız : Kur’ân-ı Kerimi ezberleyen kişi
hâlât : haller, durumlar
hevesât : gelip geçici arzu ve istekler
hikmet : fayda, gaye
hikmet-i nüzul : iniş gayesi, hikmeti
hitâbât-ı İlâhiye : ilâhî hitaplar, seslenişler
hitâb-ı semavî : Allah tarafından gelen semavî hitaplar
huşû : korku ve sevgiyle bulunulan edebli hâl
hüsn-ü istikbal : güzel karşılama
istihzar : hazır etme, gözönüne getirme
kudsî : kutsal, mukaddes
mâlâyâniyat : faydasız, insanı ilgilendirmeyen boş şeyler
mazhar : erişme, nail olma
melekiyet : meleklik
mescid-i ekber : (en) büyük mescid
mescid-i mukaddes : kutsal mescid
Mütekellim-i Ezelî : ezelî kelâm sıfatına sahip olan ve konuşması, hiçbir varlığın konuşmasına benzemeyen Allah
nâzil : inme
nefs-i süfli : alçak şeyleri isteyen nefis
nuranî : nurdan yaratılmış
nüzul : inme
sair : diğer, başka
semâvî : gökten gelen, vahiyle gelen

şürb : içme
tâbi olma : uyma
tahkir : hakaret, aşağılama
tecerrüt : sıyrılma, soyutlanma
vaziyet-i nûrânî : nurlu vaziyet, hâl, durum
zaman-ı nüzul : inme zamanı

âhiret : öteki dünya, öldükten sonraki hayat
Âyetü’l-Kürsî : Allah’ın varlığından ve bir kısım mühim sıfatlarından bahseden Bakara Sûresinin 255. âyeti
âyinedarlık : aynalık
ebedî : sonu olmayan, sonsuz
gaflet : dalgınlık, dikkatsizlik
hâcât : ihtiyaçlar
hadsiz : sınırsız
hasâret : zarar
hasene : iyilik
hasılat : gelir
hayvaniyet : hayvanlık
hevâperestâne : nefsin isteklerine düşkün bir şekilde
hikmet : fayda, gaye
hurufât : harfler
mâ-i Nisan : Nisan yağmuru
mâlâyâni : anlamsız, faydasız
meşher : sergi yeri
muvakkaten : geçici olarak
münbit : verimli
müştehiyât : hoşa giden lezzetli şeyler
neşvünemâ-i a’mâl : amellerin yeşermesi, büyümesi
nev-i insan : insan türü, insanlık
Saltanât-ı Rubûbiyet-i İlâhiye : İlâhî Rablığın Saltanatı
Samediyet : Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin Ona muhtaç olması
sevab-ı a’mâl : amellerin sevabı, karşılığı
sıyâm : oruç
şecere-i tûbâ : Cennetteki tûba ağacı
takdir : beğeniyi dile getiren ifade
tecessüd : ceset şekline girme, cesetleşme
tezahür : belirme, görünme
ubûdiyet-i beşeriye : insanlığın ibâdet ve kulluğu
uhrevî : âhirete dair
zemin : yer, dünya

bâki : devamlı, sürekli
cihazat-ı insaniye : insana ait cihazlar, duygular
cilve-i saltanat : saltanatın görüntüsü
cülûs-u hümâyun : padişahın tahta çıkışı
destgâh : tezgah
ekmel : daha mükemmel
Ezel Ebed Sultanı : varlığının başlangıcı ve sonu olmayan kudret ve hakimiyet sahibi Sultan, Allah
fâni : geçici olan, ölümlü
fena : gelip geçicilik
ferman-ı âlişân : şanı yüce ferman
fevkalâde : olağanüstü
galiz : çirkin, kaba
gıybet : arkadan çekiştirmek, hazır olmayan birisinin aleyhinde konuşmak
hayat-ı bâkiye : devamlı ve kalıcı âhiret hayatı
hüccet-i kàtıa : kesin delil
ihsânât : bağışlar, ikramlar, iyilikler
iltifat : gönül okşayıcı güzel söz
inzal edilme : indirilme
istiğfar : af dileme, tevbe
mahsus : has, özel
mâlâyâniyat : faydasız, boş şeyler
mazhar : erişme, nail olma
meclis-i ruhanî : ruhanîler meclisi, meleklerin ve ruhların toplanma yer ve zamanı
men etme : yasaklama
meşagil : meşguliyetler ve çalışmalar
meşher-i Rabbânî : Cenâb-ı Hakkın sergisi
muharremât : haram kılınan şeyler
mukteza-yı hikmet : Allah’ın hikmetinin gereği
müddet-i saltanat : saltanat süresi
nâmahrem : dînen kendisiyle evlenmenin mümkün olduğu erkek veya kadın
nass-ı Kur’ân : Kur’ân’ın kesin ve açık hükmü
nevi : tür, çeşit
Padişâh-ı Zülcelâl : sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi Padişah, Allah
raiyet : halk, vatandaşlar
sadık : doğru söyleyen
semerât : meyveler, neticeler
süflî : alçak, aşağılık
şâşaalı : gösterişli, göz alıcı bir şekilde
tatil-i eşgal : boş durma, işlere son verme
tazammun : içerme, içine alma
teveccüh : ilgi, yönelme
tilâvet-i Kur’ân : Kur’ân okumak

alâkadar : alâkalı, ilgili
biçare : çaresiz, zavallı
celb etme : çekme
cihazat : cihazlar, âletler
cihazat-ı insaniye : insana ait organlar, duygular
ehl-i velâyet : velîler, Allah dostları
ekseriyet-i mutlaka : genel çoğunluk
hademe : hizmetçi
haram : dince kesin bir delil ile yasaklanan şey
hayat-ı mâneviye : mânevî hayat,

hayat-ı şahsiye : kişisel hayat
helâl : dinen yapılmasına izin verilmiş şey
hımye : perhiz
kàbiliyet : dıştan gelen tesirleri alabilme gücü
keyfemâyeşâ : kendi keyfince, keyfi nasıl isterse
muvakkat : gelip geçici
muvakkaten : geçici olarak
müddet-i açlık : açlık müddeti
müptelâ : bağımlı, düşkün
müşevveş : karışık, düzensiz, dağınık
nazar-ı dikkat : dikkatle bakış
peydâ etme : kazanma, elde etme
riyâzet : gelip geçici şeylerden nefsi çekerek, kanaat içinde yaşama; ilim, ibadet ve fikirle meşgul olma
sair : diğer, başka
serkeşâne : başıbozuk bir şekilde
tahakküm : baskı, zorbalık
tahammül : dayanma, katlanma, sabretme
tatil-i eşgal : işlere son verme, ara vermek
tekemmül : mükemmelleşme, olgunlaşma
ulvî : yüce, büyük

cihazat : organlar, âletler
enâniyet : benlik, gurur
ene : ben
ente : sen
fakr : fakirlik, muhtaçlık
feyiz : mânevî gıda, bereket
hadis : Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
letâif : lâtifeler, duygular
mâsumâne : suçsuz, günahsız bir şekilde
mazhar : erişme, nail olma
melekî : melek gibi, meleğe ait
men ene? : “ben kimim?”
Rabb-i Rahîm : herbir varlığa merhamet ve şefkat gösteren ve herşeyi terbiye ve idare eden Allah
rivayet : Peygamber Efendimizden (a.s.m.) bir haber veya hadisin nakledilmesi, aktarılması
ruhanî : ruh âlemine ait
sair : diğer, başka
süflî : alçak, âdî
sürur : mutluluk, sevinç
tefeyyüz : feyizlenme
telezzüz etmek : lezzet almak, tad almak
terakkiyat : ilerleme, yükselme
ve mâ ente? : “sen kimsin?”